Yokuşlara Rağmen: Don Kişot’un Kısa Öyküsü

“Bisiklet sürmek neden politik bir eylemdir” başlığı altında benden de bir sunum yapmam istendi. Bunun için önce kendi bireysel hikayemden başlayıp, ardından kolektifimiz üzerinden bir değerlendirme yapıp konuyu ele almak istiyorum.


İlk bisikletime sahip olduğumda bir gecekondu mahallesinde yaşıyorduk. Kırmızı Pinokyo çakması bir bisikletim vardı. Sokakta kendi kendime bindiğim bisikletim bir gün bir erkek çocuk tarafından gasp edildi. Annem işten geldiğinde ağlaya ağlaya onu karşıladım, o da sağ olsun hiç üşenmedi ve bisikletin peşine düştük. Yan mahallede, yüzünde faça olan babasıyla birlikte, çocuk da benim bisikletin üstünde. Ben korkumdan sesimi çıkaramıyorum. Annem “kalkın” dedi “karakola gidiyoruz”. Façalı baba annemin kararlılığından korkmuş (ya da bir kâr-zarar analizi yapmış) olacak ki “ne haliniz varsa görün” diyerek benim bisikleti fırlattı. Annem de kar-zarar analizini kendince yapmıştı. İsten gelmişti, yorgundu ve kısmen o bisiklet için çalışmıştı. Olayın yaşanma biçimi üzücü, ancak sonu mutlu bitti. Çoğumuzun bisikletle ilgili benzer hüzünlü anıları vardır, çalınan bisikletlerimiz gibi. Ne gariptir 40 yasıma geldiğimde bisikletim çalındı. Bu sefer kendi paramla aldığım 15 senedir kullandığım nerdeyse vücudumun şeklini almış bir bisikletti. Üzerinde anılarım vardı. Aynı çocuk ağlamamla annemi arayıp, onda teselli buldum.


Biraz daha büyüdüğümde de mahalle aralarında bisiklet sürmeye devam ettim, herkes kadar. Ama öyle “çılgınlar gibi sürerdim, düşerdim, dizlerim yara içinde kalırdı” temalı hikâyeler yok bende. Herkes deli gibi yokuş iner, elini kolunu bırakır, kendini rüzgara salar, bense habire yokuş çıkardım kan ter içinde. Belki cesaretsizdim. Belki halen daha öyleyim. Belki de cesaret bize sunulduğu gibi bir şey değil. Tam da bu nedenle kişinin bisikletle olan ilişkisinin karakteriyle ve karakterinin de bisikletle olan ilişkisiyle şekillendiğini düşünüyorum.


Bisikletle kendimce imtihanımı 29 yaşımda iken yaşadım. O zamanlar çalıştığım kuruma bisikletle gidip geliyordum. Çalıştığım kurum esasında son derece batılı, görüntüye baksak oldukça da “havalı” idi. Bir gün hamile olduğumu öğrendim. Bir süre gizli gizli sürdüm. Sonuçta hamileyim, laf olur söz olur el alem ne der? Zaten hamile değilken de laf söz oluyordu bisiklete ise gelmemle ilgili. Bizde mutlaka birileri bir şey der.


Kızım doğdu, onu emzirip kimselere bir şey demeden evden çıkıp bisiklet sürmeye gidiyordum. Memelerimden süt akana kadar dolaşıp eve dönüyordum. Lohusa sendromuyla baş etmenin en iyi yolu pedallamaktı bana göre. Sıklıkla kaçtığım yerim Validebağ Korusuydu. Beni kucaklayan o koca ağaçlara da koruyu korumak zorunda kalan, gönüllülere de selam olsun yeri gelmişken.


Kızım büyüdü, bu sefer onu sepetine oturtup öyle bindim bisiklete. Minik kafasındaki minik kaskıyla atom karıncaya benzeyen evladım yol arkadaşım olmuştu. Her zaman olduğu gibi yine birileri bir şeyler dedi; “bir de anne olacaksın, utan!” mesela. Korna çalanlar hiç eksik olmadı hayatımızdan. Takdir edersiniz ki bunlar insanı motive edecek şeyler değil, bilakis yıldırıyor. Hatta o kadar yıldırıyor ki bir noktadan sonra motive olmaya başlıyorsunuz. Ne de olsa yokuş yukarı çıkmaya alışmış bir bünyem vardı çocukluktan beri.


Yol arkadaşım üç yaşına geldiğinde ben de hayatıma “yalnız anne” olarak devam etme kararı almıştım. Bir şeyleri yalnız başıma yapmayı seviyor olsam da bisiklet sürüşleri için gruplar aramaktan da geri durmadım. Belki de o dönem birileriyle sürmeye, muhabbet etmeye, bir şeyler paylaşmaya ihtiyacımın olduğu bir dönemdi.


Bostancı Nero pek çok bisikletçinin buluşma noktasıdır. Kaçamak yaptığım bir gün orada soluklanırken diğer bisikletçilerin konuşmalarına tanık oldum. Profesyonel bisikletler, aklımın almadığı rakamlar, bir o kadar pahalı ekipmanlar, gidilen rotalar, yapılan kilometreler, kim daha fazla performans harcadılar… o an anladım ki aradığım şey kesinlikle bu değildi. Allah sizi sevdiklerinize bağışlasın diyerek o camiaya girmeden fikren ayrıldım.


Bu noktada haksızlık etmeden geçmem gereken karşılaşmalarım da oldu. Örneğin kütüphanecilik haftasında tanıştığım, birlikte pedallayıp, insanlara kitaplar dağıttığımız, rahmetli Aydın İleri, yattığı yer incitmesin.


O sıralar bir arkadaşım Don Kişot’tan bahsetti bana. Gezi günlerinden, işgal evinden, Yeldeğirmeni’nden, kot pantolonla, t-shirtle, kim bilir kaçıncı el bisikletleriyle pedallayan insanlardan. Her türlü hiyerarşiden, tahakkümden, ayrımcılıktan uzak, doğayla iç içe olmayı tercih eden, özgürlükten, dayanışmadan yana insanlar. Adaletsizliğe karşı koyan, ezilenin yanında durmaktan çekinmeyen dünya tatlısı arkadaşlar bulmuştum. Meğer benim aradığım da böyle bir kolektifmiş. Zaten iş hayatında bıkmışım profesyonel olma çabasından, performans göstermekten ve yarışmaktan. İşte tam da bu dertlerime derman olabilecek bir mecra oldu Don Kişot Bisiklet Kolektifi.


Biz Don Kişot’ta birbirimizle ölçülmüyoruz. Vücut şeklimize göre değil, hayallerimize göre kendimizi var ediyoruz. Vücut kas-kütle oranımızdan da, kadansımızdan da ya da kaç saatte kaç kilometre gitmemiz gerektiğinden de bihaberiz. Çoğu zaman belirlediğimiz hedefe ulaşamıyor, “olduğu kadar artık” deyip geri dönüyoruz. Bisikletimizin, taytımızın, kaskımızın markası ve fiyatı ise asla gündemimizde değil, zaten bunları bilmiyoruz bile. Sadece lastiğimiz patladığında onu tamir edip hava pompalamıyoruz; birimiz sevgilisinden ayrıldığında da onu güldürüp eğlendirip moral pompalıyoruz. Sanıyorum bu şehirde bisiklete binme çabamız ve direncimizin ardında da bu yatıyor; birbirimize duyduğumuz ihtiyaç. Bize dayatılan tüm çirkinliklere dayanma gücünü pedaldan alıyoruz.


İşim dolayısıyla çok seyahat ediyorum. Ülkenin ücra bir köşesinde bir bisiklet kolektifi gördüğümde çok duygulanıyorum, hele ki bu kolektif kadınlardan oluşuyorsa. Geçenlerde Van’da kadın bisikletçilerle tanıştım hem de denetime gittiğim fason tekstil atölyesinde. Babalarına, abilerine karşı, çalıştıkları yerde usta baslarına karsı, erkeklere inat biniyorlar bisiklete. Kızların bisiklet sürmesinin günah olmasından tutun bekareti bozacağına kadar neler işitti şu kulaklarımız. Kimi zaman pantolonla sürdük, şimdi de mini eteklerimizle sürebilmek için mücadele ediyoruz. Tek başına bu örnek bile bisiklet sürmenin ne kadar politik bir eylem olduğunun göstergesi aslında.


Nasıl ki futbol borsada değil de arsada oynandığı zaman keyifli, anlamlı ve eğlenceliyse bisiklet de öyle. Bizler sadece sporcuların, profesyonellerin, hali vakti yerinde olanların değil, yoksulların, şişman ve zayıfların, çocukların ve kadınların, kısacası tüm dezavantajlıların bisiklet sürmesini istiyoruz. Kimi zaman işe giderken, kimi zaman sebepsizce sürmek istiyoruz. Sevgilimizle tartışıp bisikletle evimize dönerken bile “oh be, götüm eriyor” sevincini de yaşayarak sürmek istiyoruz.


Ekonomik kriz, iklim krizi, çevre tahribatları elbette hepimizi çileden çıkarıyor. Bunlar yetmezmiş gibi dünya güzeli arkadaşlarımız bisiklet cinayetlerinde hayatlarını kaybediyor. Tam da bu sebeplerden ötürü bir arada olmaya, dayanışmaya, beraber pedallamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.


Bizler trafikte de görünmüyor ve öldürülüyoruz. “Bir sonraki ben miyim acaba” düşüncesi her birimizin zihninde dolanıp duruyor. Son iki yılda 300 bisikletli hayatını kaybetti. EGM’nin karayolu trafik kaza istatistiklerine göre 2023 yılının ilk 6 ayında 1029 ölümlü-yaralanmalı kaza yaşandı. Bizler “kaza” ifadesini kabul etmiyoruz. Çünkü biz kask da taksak, fosforlu da giysek, şeridimizde de gitsek o devasa motorlu araçlar karşısında tam anlamıyla savunmasız durumdayız. Hız sınırına uymayan, o esnada direksiyon başında telefonuyla oynayan bir şuursuzun, bazen kasti bile olabilen cinayetlerinin kurbanı durumundayız.


Bisikletli ölümlerine sebep olanlar en alt sınırdan ceza alıyor. Ölüme sebep olan kişiler bir kaç gün yatıp çıkıyor, ardından ceza indirimi alıyor, sonra o ceza para cezasına çevriliyor, üstüne o para cezası da taksitlendiriliyor! Bu hukuksuzluk bizleri korkuttuğu kadar öfkelendiriyor da. “Bisikletle caddede ne işi vardı” sorusu yerine “o kamyonun o saatte şehir içinde ne işi vardı” ya da “neden şehir içinde hız yapıyordun” sorularının sorulması ve caydırıcı cezaların uygulanması gerekiyor.


“Hız tuzağı”na saplanmış uygarlığımızı tedavi etmenin yollarını aramak ve bulmak zorundayız. Sürdürülebilirlik kavramının sıkça kullanıldığı çağımızda bunu sağlamanın en etkili yollarından biri “yavaş şehir”lerin inşası olsa gerek. Bisiklet kullanımının yaygınlaşması ve bisiklet altyapısının tüm kente yayılması ise bunu mümkün kılmanın en ucuz, en kolay ve en “sürdürülebilir” yolu. Yaşadığımız kent -İstanbul- dünyanın bisiklet dostu 90 ülkesi arasında 74. sırada yer alıyor. Elbette on yıllar boyunca neredeyse tüm ulaşım yatırımlarının çevre dostu çözümler yerine motorlu taşıtlara ve onların altyapısına yapılması politik tercihlerden bağımsız değil. Ancak bisikletin politik olduğunu düşünen bizler, bu tercihlere de itiraz ediyor, başka bir dünyanın bisikletle mümkün olabileceğini haykırıyoruz.


Cesaretimizi, umudumuzu ve mücadelemizi pedallayarak sürdürüyoruz.
Hepinize sevgiler, bisikletle kalın, öptüm kib 🙂

Seçil Orhan

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.