Tarihler 10 Kasım’ı gösterirken bir grup bisikletli olarak 20 milyonluk bu kalabalık şehirden, yüz binlerce araçtan, mantar gibi biten olan mega projelerden bir nebze uzaklaşmak için dümeni önce Kadıköy’e oradan da İstanbul’un karakteristik nesnelerinden vapurları kullanmak suretiyle bizce adaların en güzeli Heybeliada’ya doğru yola koyulduk. Hava gayet ılıman, adeta bisiklet sürmek için elle ayarlanmış gibi. Kadıköy’den hareket eden 09:20 vapuruna biniyoruz. Motorlar bisiklet için ekstra para aldıkları için şehir hatlarına bağlı vapurları kullanmayı tercih ediyoruz. Yaklaşık 1 saat 15 dakika süren tatlı bir yolculukla Heybeliada’ya, 1773 yılında açılan Deniz Lisesi’nin yanındaki iskeleye varıyoruz.
Hemen sahildeki kahvelerden birinden sıcak çaylarımızı söyleyip kahvaltımızı yapıyoruz. Bugünkü turda, Aydan Çelik’in önerdiği turu biraz revize edip Heybeliada’nın hem doğasından hem tarihinden nasiplenmeyi planlıyoruz. İlk hedefimiz rıhtım yolunu takip edip tarihi Heybeliada Ruhban Okulu’na ulaşmak.
Yaklaşık 1,5 kilometre süren biraz zorlayıcı bir rampanın sonunda Heybeliada Ruhban Okulu’na varıyoruz. Bisikletleri dışarıda bırakmamız koşuluyla, içeriye sorunsuz bir şekilde girmemize izin verildi. 1844 yılında din adamı yetiştirmek için faaliyete geçen okul 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adını taşır. Daha sonra Heybeliada Ruhban Okulu olarak anılmaya başlar. 1971 yılından beri kapalı olan okula ilk girdiğimizde, binanın muhteşem mimarisi ve bahçenin güzelliği etkiledi bizi. Ahşap parkelerle kaplı koridorda ilerleyip, kapısı açık olan kara tahtalı sınıflardan birine girdiğimizde, adeta zamanda yolculuk yapıyor hissine kapıldık.
Sonrasında okulun içinde bulunan, Aya Triada Manastırı’nı ziyaret ettik. Manastırın bahçesi oldukça özenli bir şekilde düzenlenmiş. Buradaki ekili alanlar, küçük bir tarım faaliyetinin var olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte tavuk ve ördek kümesleri, keçi ahırı ve güneş enerjisi panelleri, burada neredeyse kendi kendine yetecek bir yaşam sistemi olduğunu düşündürüyor. Bahçede ilgimizi en çok, bizleri görünce ürken ve saklanmaya çalışan ceylanlar ile beyaz tavus kuşu çekti.
Rotamızı İsmet İnönü’nün evine çeviriyoruz. Yıl 1924. İsmet İnönü geçirdiği rahatsızlık sebebiyle Atatürk’ün de araştırıp tavsiye ettiği ve oksijenin bol olduğu Heybeliada ‘da bir ev kiralar ve ailece yerleşirler.
İsmet Paşa’nın sağlığı süratle düzelir. Bu günlerde Doğu’da Şeyh Sait ayaklanması başlar. Paşa Ankara’ya çağrılır. Artık sadece yazları gelebilir. İsmet Paşa’ya iyi gelen bu muhitteki evi ancak eşyasız almaya güçleri yetmiştir. Evin birçok mobilya ve eşyası Atatürk’ün İnönü’ye ev hediyesidir. Bugünkü eşyaların tümü (bazılarının dış kaplaması yenilenmiş olarak) o zamandan kalmadır. O yılların kokusu ve dokusunu hala taşıyan bu evde İsmet Paşa’nın takım elbiseleri, tıraş takımları; eşi Mevhibe hanımın ve çocuklarının kıyafetleri, masada hala duran yemek takımları ve el havluları soluk almaya devam etmektedir. Paşanın hastalığı ağırlaşmış ve Ankara’da vefat ettikten sonra ailesi burada bulunmayı tercih etmemiştir. Haliyle bu ev de insanlar gibi doğanın hışmına maruz kalmıştır. Tek çare evin özel bir ev olmaktan çıkarılıp, İsmet İnönü Vakfı tarafından, bir müze haline getirilmesidir. Bunun sağlanması için ev, İnönü ailesi tarafından İnönü Vakfı’na bağışlanmış ve bu bina, gördüğünüz hale birçok dostumuzun katkısıyla getirilmiştir.
Sıradaki durağımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın evi. Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944) İstanbul da doğup büyümüş Türk romancı ve gazetecidir.
Tercüman-ı Hakikat, Boşboğaz ve Güllabi İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde çalışmış ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili olarak görev yapmıştır.
Edebiyat anlayışı olarak natüralist bir tarzı olan Hüseyin Rahmi aynı zamanda sokağı edebiyata getiren sanatçı olarak da bilinir. Yalın ve gerçekçi bir dil kullanan yazar yapıtlarında İstanbul halkının günlük yaşantısından bahseder ve eski İstanbul hayatını son derece canlı tasvirlerle ve kıvrak bir üslupla hikayeleştirir. Bu yönüyle çok sevilen ve bir çok kesimin de bildiği Ertem Eğilmez’in yönettiği Süt Kardeşler filminin konusu da Hüseyin Rahmi’nin ünlü eseri Gulyabani kitabından gelmektedir. Hüseyin Rahmi’nin çocukluğu ve gençliği anneannesinin cıvıl cıvıl köşkünde dadılar ve kadınlar arasında geçtiğinden, eserlerinde kadınlar ön plandadır. 37 roman, 7 öykü ve bir de uzun öyküden oluşan 45 kitap bırakmıştır geride. Ömrünün son 31 yılını geçirdiği Heybeliada’da kedileriyle ve titizlik hastalığı nedeniyle bir koleksiyon haline gelen eldivenleri ile özdeşleşmiştir. Aynı zamanda kedi ve bisiklet aşığı yazar için, adalılar bisikleti ilk olarak onda gördükleri için, “şeytan arabalı” dedikleri de rivayetler arasındadır.
Yazdığı romanlar kadar ilginç olan hayatı da Hüseyin Rahmi’nin Heybeliada’da müzeye dönüştürülmüş evinde keşfedebilir (Kasım-2018 itibariyle restorasyonda) ve son sözleri olan “kedilerimi iyi doyurun!” vasiyetini getireceğiniz bir kap mama ile gerçekleştirebilirsiniz.
Burayı da ziyaret ettikten sonra adanın tüm çevresini dolaşmak için pedalları çevirmeye başlıyoruz. Yolun ortasında anlamsızca duran atları sevmek için küçük bir mola veriyoruz. Atları fındıkla, kedileri mama ile beslemek hepimize ayrı bir mutluluk veriyor.
Adanın yerleşim yerinden bayağı uzaklaştık. Doğayla iç içe olduğumuz yollarda devam ederken bir tabela ile karşılaşıyoruz. Terk-i Dünya Manastırı. Adını okuyunca insanda biraz heyecan ve merak uyandırıyor. Hemen yönümüzü oraya çeviriyoruz. Heybeliada’nın güneybatı sahilinde tepeye kurulmuş olan bu manastırın sol tarafında Çam limanı uzanıyor.
Manastırın ilk temelleri 1862 yılında Arsenios adıyla bilinen Trakyalı bir genç keşiş tarafından atılıyor. Asıl adı Hagios Spyridon olan manastır 1894 yılında deprem nedeniyle yıkılıyor. Fakat daha sonra asıl büyüklüğüne uygun olarak iki kez yeniden yapılıyor. Manastır’da yalnızca yaz aylarında (Haziran-Eylül) her hafta Perşembe günleri ayin yapılıyor. Şu an manastırda bekçilik yapmak için ikamet eden bir aile yaşıyormuş. Biz de bahçede çay içmek için oturalım dedik. İyi ki de dedik. Uçsuz bucaksız masmavi deniz ile karşı karşıya kaldığımız muhteşem bir manzara vardı. Sanırım inzivaya çekilmek için bundan daha huzurlu bir yer olmasa gerek.
Manastırın hemen karşı tepesinde Sanatoryum yer alıyor. 1942 yılında kurulan bu tedavi merkezi, dönemin en başlıca sağlık sorunlarından veremin tedavi edilmesi için çok ciddi hizmetler sunmuştur. O zamanlarda hızla yayılan ve birçok insanımızın bu ince hastalık sebebiyle vefat etmesine sebep olduğu o günlerde, İsmet İnönü, Ece Ayhan’dan ve Rıfat Ilgaz’ın da aralarında bulunduğu bir çok vatandaşımız burada tedavi olmuş ve hayatlarına devam edebilmişlerdir. Şehir merkezinden uzak, çam ormanları içinde temiz bir hava ve kuvvetli bir gıda bakımı, o yıllarda ölümcül hastalıklardan biri olan veremin en iyi tedavi şekliydi. Hastalar için balkonda da birer yatak vardı. Gıda olarak hastalara günde dört öğün yemek yanında et, süt ve bal veriliyordu.
Heybeliada Sanatoryumu’nda bir rehabilitasyon merkezi de bulunuyordu. Ustalar vasıtasıyla hastalara ayakkabıcılık, çorapçılık, fotoğrafçılık, heykeltıraşlık, saatçilik, daktilo gibi kurslar verildi. Kuruluşunun 50. yılında yapılan bir araştırmaya göre, kurslara katılan yaklaşık bin kişinin yarısı meslek ve iş sahibi olmuştu.
Sağlık sorunlarında moral desteğin de önemli bir yardımcı etken olduğu fikriyle çalışan sanatoryumda haftada bir moral günleri düzenleniyor, bu gecelerde film gösterimleri ya da konser düzenleniyordu.
Hastalığın bugün ortadan kalkmış denecek kadar azalması sebebiyle 2005’ten bu yana aktif olarak kullanılmayan sanatoryum, en son Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği “Kelebeğin Rüyası” filmi için kısmen restore edilmiştir.
Heybeliada’da gezip gördüğümüz yerlerden kısaca bahsettik. Tarih kokan turumuzu yine ada vapuruyla geri dönüş yaparak bitiriyoruz.
Sizin de bisikletinizin tekeri ada yollarında iz bırakmasın mı?